İmajımız Bozuluyor
Bosna Hersek‘te bir konferansa davetli idik. Konferans öncesinde ve sonrasında Saraybosna’da tarihi Başçarşı’da gezdim ve bir yandan da esnafın insanımız hakkındaki izlenimlerini alma fırsatı edindim maalesef. Maalesef mi? diye merak ediyorsanız, yazımızı okuyun….
Balkan yarımadasına yabani kalmaya yönelik gizli anlaşmalar bozuluyor olsa gerek, Türk devletinin başlattığı yakınlaşma ve etkili siyasete ilaveten, insanlarımız da Balkanlardaki şehirler ve Ata vatan ile daha da çok buluşmaya başladılar. İşte bu noktada açığa çıkan ve belki de şimdiye dek hiç dillendirilmemiş olan bir açıktan ve bir eksiklikten bahsetmek gerekiyor.
Cahilliğimiz, meraksızlığımız ve vurdumduymazlığımız. Bu elbette bizim yaramız olduğu için, ben de burada zikretmekte bir beis görmüyorum. Zira kol kırılsa da yen içinde kalmalıdır. Ramazan arefesinde ve bu kutlu ayın ilk haftasında, Bosna Hersek‘te bir konferansa davetli idik. Konferans öncesinde ve sonrasında Saraybosna’da tarihi Başçarşı’da gezdim ve bir yandan da esnafın insanımız hakkındaki izlenimlerini alma fırsatı edindim. 4, 5, 6 ve 7. dükkan derken akşama dek bir bilim adamı titizliği ile tam olarak 25 dükkana girip çıkıyoruz. Bunların büyük çoğunluğu hediyelik eşya dükkânları, az bir kısmı restoran ve kebapçı tarzı mekanlar ve daha az bir kısmı ise giyim kuşam üzerine dükkanlardan ibaret.
TEMİZ İNGİLİZCE İLE KONUŞAN BOŞNAK TEZGÂHTAR
Girdiğim son mekânda bizleri gülümser bir yüzle tezgahtar Anela karşılıyor. Bildiğim az bir Boşnakça ile beş on dakika kadar kelam ettikten sonra muhabbeti İngilizce devam ettiriyoruz. Hemen her genç ve orta yaşlı Boşnakların büyük kısmı gibi Anela’nın da oldukça temiz bir İngilizcesi mevcut ve bizimle çok güzel anlaşıyor ve dahası almamız gerekenleri kendisinden bir tamam alıyoruz bu vesile ile. Neler mi?
Anela’nın ve diğer onca esnafın bahsettikleri, gerçekten bu güne dek kabullenemediğim ve her ortamda savunduğum milletimizin bir eksikliğini artık yazmam gerektiği yönündeki gerçeklerdi. Henüz konuşmamızın başında ben ve yanımdaki arkadaşımıza; “Gördüğüm Türkler içerisinde ilk kez İngilizce bilen siz varsınız biliyor musunuz?” demesi ile diyalogumuz bir anda boyut değiştirdi. Oysa ki ben sadece işler nasıl gidiyor? Yaşadığınız problemler nedir? Ve parçalanmış devlet yapısının getirdiği problemler ekonomiye nasıl yansıyor gibisinden sorular soracaktım. Neye niyet, neye kısmet…
MEVZU ŞEKİL DEĞİŞTİRDİ
Mevzu bir anda şekil değiştirdi. Türkler gerçekten İngilizce bilmiyorlar mı? Dediğimde ise, “En fazla bileni 10-20 kelime söyleyebiliyor onlar da profesörler ve Türkiye hakkında bir iki şey sorduğumuzda ise ya dükkanı bozuntuya vermeden terk ediyorlar ya da ok, ok diyorlar… Taksim’deki olaylar hakkında TV’de gördüklerimizle yetinmeyip bir tek şey bile sorduğumuzda meseleyi anlatabilen olmadı hatta zahmet etmediler. Aslında ne sorduğumuzu anladıklarını da sanmıyorum…” demesi gerçekten de son olaylarda dünyaya yayılmış onca Türkün dünyadan ne kadar uzak ve ne kadar da dünyaya etkisiz kaldıklarını da açıklıyordu.
Hanım kızımız, tekrar ilave etti; Mesele sadece bu olsa? Dükkândan içeri girdiklerinde sırası ile en az 20 şeye bakıp soruyorlar. Fiyatlıca ve 50 Euro’luk bir bakır ibrik’ten 7 Euro’luk Saraybosna motifli ahşap yakmalı bir duvar saatine dek onca şey soruyorlar ve en sonunda aldıkları ise bir tane Saraybosna figürlü buzdolabı mıknatısı oluyor. O da eğer alırlarsa tabii ve işte o zaman da bir diğer komedi başlıyor. Bize “kaç KM?” diye soruyorlar. Biz ise bu kelimeyi artık bildiğimiz ve duvarda not ettiğimiz (duvardaki kağıttaki Türkçe rakamları göstererek) sayılara bakarak cevaplıyoruz ve “İki KM” diyoruz. (KM Bosna Hersek para birimi) Ancak iki KM yani topu topu bir Euro değerindeki bu buzdolabı mıknatısları için bize 1,5 KM yazıp bir kağıt uzatıyorlar. Yüzlerinde ise yalvarırcasına bir ifade. Pazarlık yani… 1 Euro’luk bir mal için yarım Euro etmeyecek bir indirim istiyorlar. Oysa o sadece bir buzdolabı mıknatısı. Tamam para istemiyorum al git diyen ve bıkan esnaflar oluyor bazen ama bunu bile anlamayıp bedava alıp gidenler oluyor.
OLEY TÜRK’E MAL SATTIM
Öyle ki bir Türk bir şey aldığında dükkânın önüne çıkıp “Oleyyy Türke mal sattım” diye şakalaşanlar oluyor burada. Ancak bir Alman, Arap, Fransız ya da İtalyan’ın bu çeşit problemleri olmuyor. Kıyaslamak istemem ancak Belgrad’dan şehrimizi gezmeye gelen ve çok da parası olmayan Sırplar bile bu şekil davranmıyorlar alışverişlerde. Zaten biz hep deriz. Türkleri seviyoruz ama çarşıda değil. Biraz da kendi şehirleri gibi davranmaları da sıkıyor açıkçası canımızı.
Anlamadım? Diyorum nasıl yani? Kızımız, devam ediyor.
“Kendi şehirleri derken yanlış anlama burada olmalarından çok memnunuz ama kastettiğim şudur. Yolda geçerlerken çarpıp geçen birisi yüzünden omzum bir gün sızlamıştı. Arkasından bir dakika baktım. Yandaki dükkâna girdi ve cezvelere bakıyor. Hiç neye çarptı kime çarptı oralı bile değil. Bu birçok kişiye de oldu ve kusura bakmayın kültürü de nedense yok buraya gelenlerde. Biz Osmanlı diye aklımızdaki yere Türkleri koyduk ancak gelenler bizden daha Osmanlı değiller sanki. Restoranda önüne sıra sıra KM banknotları ve bozuklukları hesap öderken koymuş sayanları görürseniz, onlar Türk’tür. Bahşiş vermeden kalkan gidenler de genellikle maalesef Türk’tür.”
Mahcup şekilde dinliyorum bu genç kızı ve dinlerken İstanbul’da vapura ve otobüse kavga dövüş ite kaka giren insanları anımsıyorum. Kızcağız ekliyor. “Üniversitede Türk öğrenciler oluyor, Bosna Savaşı’nda biz yardım ettiğimiz için kurtuldunuz diyenler oluyor. Hani kurtulduk mu? Diye de bazı arkadaşlarımız cevap veriyorlar. Bazıları ise gerçekten bu sözlerden duydukları rahatsızlık ile oralı bile olmuyorlar ve içimizdeki sevgi ve saygıyı zedelememek için bunları istisnai insanlar olarak alıyoruz yine de…”
“Dükkanlara gelip gezenler bir şey almadan çıkıyorlar genellikle. Alanları ise 3-5 Euro’yu asla aşmıyor. Bazen gruplarla gelenlere bakıyoruz ve nedense sadece camilere çeşmelere gidiyor ve bir iki camii önünde resim çektirip otellerine gidiyorlar. O camilerdeki kurşun izlerinin bizleri ıska geçen izler olduğunu çoğu kez görmeden geziyorlar sanki. Dahası bir tercüman vasıtası ile muhafazakâr bir Türk grubunun lideri bizlere neden ihtiyaç duydu ise bir konuşma yaptı. Çok güzel şeyler söyledi, kalplerinin Bosna için attığını ve aynı kültürün bir parçası olduğumuzu ekledi ve bu güzel diyalogun ardından başlayan alışverişte ise yaklaşık 40 kişinin toplamda 25 Euro bırakması bence en garip olan kısmıydı…” diyor. Ve ekliyor. “Tabii ki buzdolabı mıknatısı”. “Ve de tabii ki pazarlık ile”.
BOSNA SEVGİSİ CEBE YANSIMIYOR
Anlaşılan o ki, nedense Bosna sevgisi bir türlü cebe yansımıyor. Yandaki dükkandaki genç bir Boşnak da lafa girip, güzel bir İngilizce ile “Biz zaten savaştan çıkmışız ve yaralıyız. Burada harcamak hem sadakadır hem de alışveriştir. Burada paranın hesabını neden yapıyorlar? Bir ekmek dolusu Çevap (kebap) ve yanında salata ve ayran için dünyanın neresinde 2 Euro ödenir? diyor. Bütün bu yediğim lafların etkisi ile baş çarşının hemen üstündeki tramvay durağından kalacağım otele doğru yürüyorum. Bir grup Türk görüyorum yine. Ellerinde sadece deri seyahat çantaları ile birlikte alışverişsiz halde tramvay durağında ucuza binecekleri tramvayı bekliyorlar. Tam önlerinde ise bir taksici duruyor. Taksicinin sağ eli dirseğine yakın bir yerden kesik. Belli ki savaş gazisi. Önlerindeki taksicinin Türklere ümitle bakışı ve buna rağmen bir taksi dolusu Türkün de tramvayın geliş yönüne doğru bakışını çekmediğime pişmanım gerçekten.
Zira belki de bu, Pulitzer ödülü alabilecek bir poz olurdu. Bizdeki ile karşılaştırıldığında 2 kat ucuz taksilere rağmen otobüse ya da tramvaya binmekte ısrarlı bir grup Türk ve onlara müşteri nazarı ile bakan engelli ve belki de siftahını dahi yapamamış Boşnak taksi şoförü. Bu muyuz biz gerçekten? Dedirten bir manzara idi. Otobüse ve tramvaya girdiğinde ise bin bir tarzanca ile gideceği yeri sormaya çalışacaklarına adım gibi emindim bu Türk kardeşlerimizin. Zira Anela ile konuşurken dükkana giren bir genç kız ki muhtemelen üniversiteli yaşlarında idi. Gördüğü bir hediyelik için “Euro? Euro?” şeklinde soru ifadesi ile sesler çıkarmaya başladı. Belli ki kaç Euro? Demek istiyordu. Allah’tan Anela duvardaki Türkçe yazılardan bakarak dört Euro deyip kızın işkencesini dindirmişti. Kız da tipik bir Türk klasiğine uygun olarak almadan gitmişti zaten.
MÜSLÜMAN TEZGAHTAR VANESSA
İki gün sonra Mostar’da köprü başındaki bir hediyelik eşya tezgahını işleten Vanessa adındaki Müslüman bayan da benzer bir görüş bildiriyor. Türkler nasıl? Çok iyiler. Çok seviyoruz onları diyor. Ama alışverişte ı-ıhh…. ve bize az ötedeki Avrupalı turistleri gösteriyor. Bunlar bizim insanımızı küçümsüyorlar diyor. (şikayet ederce bir üzgün ifade ile) Köprü’den aşağı atlamak bilindiği üzere Mostar’da bir yiğitlik gösterisi ve başlı başına bir kaç saniyelik görsel bir şölen. İşte bunu yaparak para kazanan 20-22 yaşındaki gençler var bu şehirde. İşsizliğin yüzde 40’larda seyrettiği Bosna Hersek‘te bu da bir iş oluyor tabii. Günde belki 5-6 kez atlamak onlar için en bereketli iş günü demek. Peki her atlamada ne kazanıyorlar? derseniz. Üç beş euro. Kendilerine “Atla biz veririz” diyen bir yabancı turist grubunun rehberinden 5-10 Euro alabiliyorlar ise işte o gün en iyi günleri.
Onları izlemek için köprüye sıralanan diğer yüzlercesi ise bedavadan bunu izliyor ve şapka dolaştırarak atlamadan evvel para toplayan delikanlılara sırtlarını dönüyorlar. Yüzlerinde alaycı ve yalancı bir gülümseme. Derken atlayış başlıyor. Delikanlı köprüye çıkıyor ve konsantre oluyor. Sonrasında ise oldukça profesyonel ve akıl dolu bir akrobasi ile kendisini suya bırakıyor. Çıktığında ise orada kaçaktan izleyen kim varsa kaçamak bakışlarla kayboluyorlar. Vanessa o an dayanamayıp bize diyor ki; Bu çocukların ekmeği bu. Sanatı bu. Ama onları küçümsüyorlar ve para vermiyorlar ama izlemek için köprünün en güzel yerine geçip bekliyorlar. İşte ben buna dayanamıyorum. (Tezgahının arkasındaki dalgıçlar lokalini göstererek) İşte burada sadece bu iş için bulunuyor bu gençler diyor ve ekliyor. Ve sadece yaz günleri…
Vanessa’nın anlattıkları da oldukça enteresan. Ben kendisini isminden dolayı Hırvat sanıyorum ve soruyorum ama işaret parmağını sallayarak “Hayır! Elhamdülillah Müslümanım” diyor. Babası bu isimdeki bir sanatçıyı çok sevdiği için adını öyle koymuş. Ancak kendisi şehirdeki Hırvatlardan son derece dertli. Zira Hırvat kelimesine gösterdiği reaksiyondan belli idi. Her geçen gün Bosna’nın çeşitli yerlerinden göç ederek Mostar’a yerleşen ve şehirde çoğunluğu ele geçirmekte olan Hırvatların bir zamanlar yaptıklarını unutmamış. “Burayı, işte tam da bu noktayı istiyorlar onlar” diyor. “Çünkü burası tarihi ve turistik. Ama şehrin onların yaşadığı kısmında sadece beton ve apartmanlar var.
NERETVA NEHRİ BİZDE
Tarih bizde, Neretva nehri bizde, güzellik bizde turizm bizde ve bu yüzden bizden nefret ediyorlar onlar” diyor. Köprüyü de bu yüzden yıktıklarını ve Mostar’ın hakim tepelerine haç dikmek ve yüksek katedraller inşa etmekle Mostar’ı asla Hırvatlar’ın alamayacaklarını söylüyor. Türkiye’ye ise hayran ve müteşekkir. En başta ise köprünün yenilenmesindeki Türk katkısının payı var tabi ki bunda. Ancak kendisi de Türk esnafın pazarlık huyundan memnun kalmıyor olsa gerek ki bize Türklerin konuşmasını taklid ederek şunu söylüyor. “Kaç Euro?” diyorlar “İki Euro?” diyoruz. Cevap ise şu: “1 Euro ok 1 Euro?” Ama kendisi bunun çok da önemli olmadığını belirtiyor. Gelsinler de yeter ki pazarlık yapsınlar. Bu şehir sahipsiz kalmasın gibisinden bir hal dili ile söylüyor bunu. Veda ederken ise gazetemiz kanalı ile Türkiye’ye selam gönderiyor ve tezgahı önünde bir resmini alıyoruz. Gazetenin o sayısından getireceğime dair söz vererekten…. Veda sözcüğü ise tüm Bosna’da aynıdır. Allah-imanet (Allah’a emanet).
Bu diyaloğun ardından, Mostar köprüsüne sırtını dayamış ve tefekküre dalmış genç coğrafyacı Mesut Gök’le birlikte Mostar’dan ayrılıyoruz. Ayrılmak zor da olsa Bosna’daki bir şehre veda için, ülkedeki gidilecek bir başka şehir daima tesellidir. Mostar gezimizin ardından önce Travnik’e gidiyoruz. Gitmek istediğimiz yeri sormak için bir büfeye selam veriyoruz. Adres sorduğumuz bu yaşlı büfeci Derviş Amca’nın bize; “Çok iyi İngilizce bilmiyorum ama aradığınız yeri şu şekilde bulabilirsiniz” demesi ve bize 5 dakika kadar gayet iyi bir İngilizce ile yer tarif etmesi de iki millet arasında karşılaştırma yapmak için iyi bir örnekti. 50 yaşını devirmiş ve ağarmış sakalları ile Derviş amcanın bizi bırakmak istememesi ve muhabbet etme isteği hala aklımdadır. Travnik’te de anlatılmayacak kadar güzelliklerle dolu harika bir gün kaldıktan sonra ise yine Saraybosna’ya dönüyoruz. Esnafın Türk sevgisi kesin ve samimi. Ancak alışverişte bizden pek de ümit var olmadıklarını görüyoruz. Milletçe eksiğimizi fark ediyor tabii ki üzülüyoruz.
KOLİKO YE OVO?
Bir insan tipi düşünün ki, okulda İngilizce dersini gereksiz gören, bunu kaytarmalık bir ders olarak görerek okuldan mezun olan insan olsun. Ve bu insan ileride bir memlekete gideceği zaman, bırakın İngilizceyi hiç değilse internetten bir iki kelam Boşnakça öğrenip gidebilirdi. “Koliko ye ovo?” Bu ne kadar? Demek ve sayma sayılarını internetten bulup bir kağıda not almak ne derttir ne de zahmet. Ancak bilgi çağında bile rehavet ile cahilliğin abidesini dikebilen gençler yetiştirmişiz.
En acı olanı ise mütedeyyin kesimimizde yabancı dil eksikliğinin hat safhada olması. Bunu geçtik meraksızlık ve cehdsizliğin olması belki en acı olanıydı. Ya rehbere fazla güvenip gelmişlerdi ya da tüm Bosna Hersek’in Türkçe konuştuğunu düşünüyorlardı gelmeden önce. Hatta dil bilmeyenler şunu da söylüyorlardı. Ne demek İngilizce konuşmak yahu? Kardeşlerimizle İngilizce mi anlaşacağız? Ancak bunu derken hiç anlaşamadığını atlıyordu kendisi. Bunu da sineye çekip devam ediyoruz.
Başçarşı’da girdiğimiz bir restoranda ise ünlü ses sanatçısı Branka Sovrlic’in kebapçısına geliyoruz ve buradaki garson hanım beni tanıyor ve içeri buyur ediyor. Siparişimizi alır almaz ufak bir diyalogun ardından Türkler geliyorlar mı? Nasıllar? diyorum. Ve cevap faslı başlıyor. Cenneta bana ; “Biliyor musunuz? Bize bu aralar Türkler ne soruyorlar?” dedi. Ne soruyorlar? Dediğimde ise; “Çevap ne eti? Diye soruyorlar. Bu sorulur mu yahu? Bosna’da bu sorulur mu? Burası Belgrad mı? Zagreb mi? Sofya mı? Atina mı?” diye de ekliyor. “İstanbul’da da soruyorlar mı? Merak ediyorum.” Dediğinde ise hata etmişler gerçekten gibisinden başımı sallıyorum.
PROFESÖRLERİN ÇEKİNCESİ
Ancak 5 dakika önceki görüntü ise daha da enteresandı. Cenneta’nın bulunduğu kebapçıya girmeden evvel yanımızdaki birkaç profesör ve doçenti restorana sokmaya çalışıyoruz. Ramazan arefesinde kimse oruçlu değildir ve bu sebepten de ortam gayet rahattı. Ancak nedense yanımızdaki bu akademisyen dostlarımız oraya girmek istemediler. 5 dakika kadar kapıda bekleyip sebebi meçhul bir şekilde restoranın içine doğru baktılar. Aralarında konuşmalarını ve çekincelerini ise asla bilemedik. Belki dışarıdaki kimi masalarda kebap ile beraber bira içenlerden hareketle içki satan bir yer ete de dikkat etmez mülahazası yaptılar ve neden dolayıdır bir türlü girmediler. Kendilerine Başçarşı ve Saraybosna’daki neredeyse tüm restoranların güvenilir olduğunu söylediğimde ise yok yok biz ondan değil başka sebepten girmedik dediler.
Ancak çoğu yerde Türklerin eti göstererek bir kağıda domuz kafası çizip yanına da soru işareti koyduklarını söyleyen bir kaç Boşnak esnafın tecrübesini de dikkate aldığımızda mevzuya çok da yabancı değildik açıkçası. Benzer meseleyi Bihaç’ta kaldığım otelin sahibi, eski olimpiyat sporcusu ve değerli dostum Senad Zuliç de belirtmişti. Domuz kafası çizip salamı da elleri ile tutup gösteren ve soranlara karşı cevap verirken dananın avukatlığını yapmak bana göre değil diyordu. Gülelim mi ağlayalım mı bilmiyorum artık. Unutmadan, bir espri ile kapatalım. Bu espri, yaşanmışlığı ile ve dahi tecrübemle sabittir. Ama bu kez Arnavutluk’tan.
GOMİSTERİ KASABASI?
Arnavutluk’ta bir iki Türk akademisyen araç tutup gezmeye başlıyorlar ülkeyi.
Tiran’dan kuzeye İşkodra’ya gidip ardından ise orta güneye doğru Berat’a giderlerken yolda bana rastlıyorlar. Ben de o sıralar doktora tezim için arazi çalışmasında olduğum için köy köy dolaşıyor olduğumdan yoldan geçen araçtakiler durup bozuk bir İngilizce ile soru soruyorlar.
Türküm diyorum ve derin bir nefes alıyorlar. İlk ve tek soruları geliyor. “Üstad geçen sene bir şehirden geçmiştim çok hoş bir yerdi yoldaki tabeladan hatırlıyorum ama haritada bulamadım o şehri. Hatta kağıda yazıp sorduğumda ise Arnavutlar bana saçma sapan yerleri tarif etti ne olur bize o yer neresiydi bulsana güzel hoş bir yerdi minik bir kasabaydı adı da yazılı hatta ama Arnavutlar bilmiyor anlamadılar beni….”
Adı nedir oranın? dedim.
“Gomisteri kasabası” dedi.
Sadece gülümsedim…. ve hemen ekledim. “Gomister, bir şehir demek değildir lastikçi demektir ve yolda o gördüğünüz tabela ise lastikçi tabelasıdır. Keşke bir sözlük alsaydınız” demiştim. Ancak adamcağız yanındakine de mahcup olmamak için, e biraz da profesörlüğün verdiği ağırlığa halel gelmesin diye “Yok hayır ben ne gördüğümü biliyorum orası bir kasabaydı belki de köy ama kesinlikle adı oydu” demeye devam etti.
İster gülünüz ister ağlayınız. Benden sadece yazması. Hepimiz her şeyi bilmek zorunda değiliz. Ama daha az konuşmak bazen açığımızı kapatabiliyor. Daha çok dinlemek ise kâra geçirebiliyor. Bilmiyorum ama belki bu yazı yayınlanırken dahi, halen Arnavutluk dağlarında Gomisteri köyünü arıyor olabilirler. Umarım bulurlar…
Dahası, hepimiz her soydaş ve dindaş şehrinin pazarında dünyaları harcamak zorunda da değilizdir. Ancak daha az Osmanlı edebiyatı yapmak gerekir o vakit. Ya da Osmanlı gibi olmak. Ya da Osmanlı gibi fukaraya cömertçe dağıtmak. Ya da en azından, mütevazı bir bütçe ile mütevazı sözlerle gitmek ve geri gelmek. Bu dediğim Saraybosna için de, Mostar için de, Bihaç için de böyledir. Devletim yatırım yapsın, buradaki insanları korusun demek ve elini cebine atmamak oradaki kardeşleri için sorumluluk hisseden kişilerin tavrı mı olmalıdır?
Binalardaki kurşun ve havan topu deliklerine bakarken o deliklere deva olmamak, oraları kapatacak taşta emeği olmamak ayrı bir vebaldir ayrıca.
Bosna Hersek‘e gidecek kadar varidatı müsait olanlar da çingene pazarlığı yapmamalı ve mümkünse insanları usandırmamalıdır. Hacda nasıl isek, Bihaç’ta da oyuz vesselam. Ama ne olur birazcık da olsa değişelim. Bazen ortam bunu gerektirebilir ama en önemlisi ise artık çağımız bunu gerektiriyor.
Yüksel HOŞ
https://twitter.com/jxlhs?s=20
Yorumlar
Yorum Gönder